Aralarında Gavin Schmidt’in de bulunduğu yüzyılın başındaki yerbilimciler, Paleosen-Eosen Termal Maksimum (PETM) olarak bilinen 56 milyon yıllık jeolojik tarih parçasının büyüsüne kapıldılar. En çok ilgilerini çeken şey, bizim zamanımıza olan benzerliğiydi: Karbon seviyeleri ve sıcaklıkları yüksek, ekosistemleri düşüşteydi. Profesyonel atölyelerde uzmanlar, bu kadar şiddetli küresel ısınmayı hangi doğal süreçlerin tetiklemiş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı. Akşam yemeği partilerinde, daha az geleneksel spekülasyonlara daldılar.
Böyle bir ilişki sırasında, NASA’nın Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü’nün direktörü olan Schmidt, bu karşılaştırmayı yapmadan edemedi. Modern iklim değişikliği (kesinlikle insan endüstrisinin ürünü) ve PETM bu kadar benzerse, “İkisi de aynı sebepten olsa komik olmaz mıydı?” diye düşündü.
Meslektaşları bu fikrin karşısında büyülenmişti. Zeki, fosil yakıtlı tavuklardan oluşan eski bir ırk mı yoksa Lemurlar mı? Ve o ,yirmi yıl sonra kendisini ciddiye alana kadar kimse onu ciddiye almadı.
2017 yılında bir gün, Schmidt, Rochester Üniversitesi’nden astrofizikçi Adam Frank’i, diğer gezegenlerdeki medeniyetlerin kaçınılmaz olarak iklimlerini bizim gibi değiştirip değiştirmeyeceklerine dair fikir edinmek için ziyaret etti. Gerçeği söylemek gerekirse, Frank uzaylı varsayımının biraz tuhaf karşılanmasını bekliyordu.
“Bu gezegendeki ilk uygarlık olduğumuzdan bu kadar emin olmanızı sağlayan nedir?”
Schmidt, yıllardır kuluçkaya yatırdığı daha da garip bir soruyla sözünü kestiğinde çok şaşırdı: “Bu gezegendeki ilk uygarlık olduğumuzdan bu kadar emin olmanızı sağlayan nedir?”
Neredeyse tüm insan yaratımlarının ortak noktası, jeolojik açıdan konuşursak, kısa sürede yok olacaklarıdır. Piramitler, kaldırımlar, tapınaklar ve ekmek kızartma makineleri… Hepsi aşınıyor, yakında toprağa gömülecek ve değişen tektonik plakaların altında toza dönüşecek. Yüzeyin en eski geniş parçası, güney İsrail’deki Necev Çölü’dür ve yalnızca 1.8 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Öldüğümüzde, Dünya’nın insan uygarlığı yüzeyinde inşa ettiği katmanı temizlemesi uzun sürmeyecek. Ve fosil kayıtları o kadar tek tüktür ki, bizim kadar kısa ömürlü bir tür kayıtlarda asla yer bulamaz.
O halde uzak gelecekte gözlemciler bir zamanlar burada olduğumuzu nasıl bilecekler? Varlığımızın doğrudan kanıtı unutulmaya mahkumsa, onlara haber verecek bir şey kalacak mı? Bu cezbedici sorulardan sonra Schmidt’in Frank’e yönelttiği soru şuydu: “Ya geleceğin gözlemcileriysek, çok uzun zaman önce dünyayı yöneten tarih öncesi bir kuşağı hesaba katmazsak?”
Frank ise kozmosun bir hayranı olarak, birdenbire üstünde değil altında yatan şeyin akıllara durgunluk veren enginliği karşısında sersemlediğini hissetti. “Dünyanın geçmişine sanki başka bir dünyaymışçasına bakıyorsun.” dedi. “İlk bakışta cevap aşikar görünüyor, başka bir türün dünyayı Homo sapiens gibi kolonize edip etmediğini kesinlikle bilirdik. Ya da öyle bir şey olabilir mi?”
Sanayi Çağı Saniyenin Sadece Birkaç Binde Biri Kadar Sürdü
Gezegenin tüm tarihinin tek bir güne sıkıştırıldığı benzetmeyi ele alalım: Karmaşık yaşam yaklaşık üç saat önce ortaya çıkmış; sanayi çağı saniyenin sadece birkaç binde biri kadar sürmüştür. Yaşadığımız yeri ne kadar hızlı yaşanmaz hale getirdiğimiz göz önüne alındığında, bazı araştırmacılar gelişmiş uygarlıkların ortalama ömrünün sadece birkaç yüzyıl olabileceğini düşünüyor. Bu doğruysa, son birkaç yüz milyon yıl içinde herhangi bir sayıda endüstriyel dönem gizli kalabilir.
İnsanlığın Tekno-imzası
Bu konuşmadan sonraki aylarda, Frank ve Schmidt, Dünya’da insan öncesi bir uygarlık olasılığına ilk kapsamlı bilimsel yanıt gibi görünen o şeyi hazırladılar. Bilim kurgu bile bu fikri çoğunlukla ihmal etti. Bununla birlikte, Doctor Who’nun 1970’lerdeki bir bölümü, 400 milyon yıllık kış uykusundan sonra nükleer testlerle uyanan zeki sürüngenleri içeriyor. Bilim adamları, bu hayali atalara saygı olarak düşünce deneylerini “Silurian hipotezi” olarak adlandırdı.
Her iki bilim adamı da hipoteze gerçekten inanmadıkları konusuna dürüstler çünkü buna dair en ufak bir kanıt henüz ortada yok. Frank’in belirttiği gibi mesele şu ki, “Sorduğumuz soru önemli ve keskin bir şekilde cevaplanmayı hak ediyor.” diyor. Üstelik, “Bakmadan bilemezsiniz ve ne arayacağınızı bilemeden de bakamazsınız.” diye ekliyor. Bir endüstriyel uygarlığın geride ne gibi izler bırakabileceğini görmek için bilebildiğimiz tek şeyle işe başlıyorlar.
”…her teknolojik türe eşlik eden ve benzersiz damgamız olan “tekno-imzamızı” oluşturacaklar.”
Bu gezegende silinmez gibi görünen izler, bir gün insan dünyasını inşa ettiğimiz derleme malzemelerden oluşan ince bir kaya tabakası haline gelecek. Toplu olarak, her teknolojik türe eşlik eden ve benzersiz damgamız olan “tekno-imzamızı” oluşturacaklar. Örneğin, mevcut jeolojik çağımız olan Antroposen’den gelen tortu, muhtemelen gübreden kaynaklanan anormal miktarlarda azot ve elektronikten kaynaklanan nadir toprak elementleri içerecektir. Daha da önemlisi, kloroflorokarbonlar, plastikler ve üretilmiş steroidler gibi doğal olarak oluşmayan maddelerin izlerini de barındırabilir.
Tabii ki, her medeniyetin aynı şekilde gelişmesi için herhangi bir neden yok. Bazıları plastikten hiçbir zaman yararlanamayabilir ancak bazı evrensel özellikleri paylaşmaları gerekir. Muhtemelen bizim durumumuzda fareler ve sıçanlar gibi indikatör türleri yayacaklardır. Ve Schmidt, uzaylıların bile fizik yasalarını ihlal edemediğini belirtiyor: “Her teknolojik türün enerjiye ihtiyacı var mı? Evet, peki enerji nereden geliyor?”
Biz insanlar, yanmanın yardımıyla gezegenimizi fethettik ve her yerde yükselen yaşam formlarının aynı şeyi yaptığına bahse girmek mantıklı görünüyor. Sadece sezgisel, diyor Frank: “Her zaman biyokütle vardır ve biyokütleyi her zaman ateşe verebilirsiniz.” Uzun zamandır endüstrimizi fosil yakıtlar üzerine kuruyoruz ve iklimsel sonuçlar bir yana, bu jeolojik bir ayak izi bırakacak. Karbon, izotop adı verilen üç tipte bulunur. Uzun zaman önce ölmüş canlıların dokularını yaktığımızda, atmosferdeki izotopların oranını değiştiririz, bu Suess etkisi olarak bilinen bir değişimdir. Bilim adamları, Paleosen-Eosen Termal Maksimumu gibi olaylarda benzer oranlara dikkat çektiler ve eğer biri 50 milyon yıl daha arıyorsa, bunu Antroposen’de görmekte zorlanmamalıdır.
Orada Kimse Var mı?
Peki ya PETM? Bu dumanlar külüstür arabaların motorlarından mı çıktı? O dönemin karbon dalgalanması, Sanayi Devrimimiz ile başlayan şeyden çok daha kademeli oldu. Aynısı, uzak geçmişteki karşılaştırılabilir diğer olaylar için de geçerlidir; jeologlar henüz Antroposen kadar ani bir şey bulamadılar. Bununla birlikte, sorun kısa bilgiler olabilir. Kaya kaydında ve astronomik düzeyde kısa aralıklar yapmak inanılmaz derecede zor olabilir. Bu bizi Fermi paradoksuna getiriyor.
Eğer evren bu kadar genişse, bu kadar yaşanabilir gezegende neden akıllı yaşamdan bir ipucu bulamadık? İtalyan fizikçi Enrico Fermi’yi şaşırtan da buydu. Cevaplarından biri, çok sayıda uygarlığın ortaya çıkmış olması ancak bunlar o kadar çabuk sonlanmış ki herhangi bir anda çok az sayıda bir arada var olmuşlardı. Zaman, uzay gibi muazzamdır ve insanlar diğer dünya dışı dünya kurucularıyla denk gelmemiştir, bu da herhangi birini keşfetme şansımızı azaltır. O zaman daha iyimser bir senaryo var: Yok oldukları için değil, sürdürülebilirlik sanatında ustalaştıkları ve tekno-imzalarını daha az dikkat çekici hale getirdikleri için dikkatimizden kaçmışlardır.
Bununla birlikte, Frank, teknolojik bir türün asla tespit edilemez hale gelebileceğine şüpheyle bakıyor, çözümü zor ama görünmez değil. Güneş panelleri inşa etmek için ham maddelere ihtiyacınız var ve bu malzemeleri elde etmek için başka bir enerji formuna ihtiyacınız var. Rüzgar enerjisine gelince, son araştırmalara göre gezegene güç sağlamak için yeterince türbin yetiştirsek bile onlar da kısa vadeli ısınmaya katkıda bulunuyor.
Yaşam için Arayış ve Mücadele
Silurian hipotezini yayınladıktan sonra yazarlar, tahmin edilebileceği gibi akademisyenler kadar garip insanları da cezbettiler. Schmidt, “Eski bir uzaylı podcast’i olan herkes bizimle röportaj yapmak istedi.” diyor. Hem Schmidt hem de Frank, bizden önceki dünyalıların var olma ihtimalinin baştan çıkarıcı olduğunun farkındalar. Ancak hipotezlerini kimin benimsediğine bakılmaksızın, araştırmalarından hala anlamlı bilimsel dersler alıyorlar.
Birincisi, araştırma yöntemlerini bilemek için arayan jeologlara ilham vereceğini umuyorlar. Bilim adamlarının, geçmiş bir uygarlığı tanımlamak için karbon dalgalanmalarından sentetik kimyasallara kadar her şeyi aynı anda geniş bir yelpazede araması gerektiğini savunuyorlar. Doğal ve endüstriyel nedenleri ayırt etmede zamanlamanın önemi göz önüne alındığında, bu sinyallerin yükselişini ve düşüşünü tam olarak belirlemeleri gerekecek.
Hipotez ayrıca Samanyolu galaksisindeki aktif uygarlıkların sayısını hesaplamak için kullanılan ünlü Drake denklemini de içeriyor. Denklem, yaşanabilir gezegen başına en fazla bir uygarlık olduğunu varsayar; bu tahmindeki bir artış, çıkan sonucu veya akıllı galaktik komşularımız olma ihtimalini kökten değiştirebilir.
Belki de en önemlisi, Frank ve Schmidt’in çalışması, bir eylem çağrısı ve alçakgönüllülüğü temsil ediyor. Fermi paradoksunun her iki olası çözümü de (yok olma ve teknolojik üstünlük) mümkün olabilir. Eğer öyleyse, bir seçeneğimiz var: “Sürdürülebilir bir şekilde mi yaşayacağız yoksa ortalığı karıştırmaya devam mı edeceğiz?” diye soruyor Schmidt. “Kozmosta ne kadar gürültülüysek, o kadar geçici olacağız.” İnsanlar bir kapıdan girer ve evrende kalıcı bir yer edinirler. Diğer kapıdan çıkıyoruz ve bir sonraki büyük beyinli ahmakların bizi bulması ya da gözden kaçırması için ipucu olarak yalnızca dehşet verici ekmek kırıntılarından oluşan izler bırakıyoruz.
Okudukça bir hiç olduğumuzu hissettim