Eğer Marshmallow testi nedir diyen ve duymayan birkaç kişiden biriysen, hemen anlatıyorum: Stanford’da Walter Mischel adında bir araştırmacı, çocukların bir olay karşısında sakin mi kaldıklarını yoksa ani kararlar mı verdiklerini test etti.
Bu ilginç deneyde, çocuklar birkaç şekerle yalnız bırakıldı ve eğer çocuklar, araştırmacılardan biri dönene kadar (neredeyse 15 dakika) şekerleri yemeden durabilirlerse sonuç olarak iki adet Marshmallow ile ödüllendirilecekti.
Birçok kez tekrarlanan bu testin sonucuna göre, ödülü bekleyip ani bir kararla diğer şekerleri yemeyen çocukların ileride, yiyen çocuklardan daha yüksek SAT sonuçları alıyor ve daha başarılı bir kariyer sahibi oluyor. (SAT testi, Amerikan üniversiteleri tarafından aday öğrencilerin akademik yeteneklerini değerlendirmek için kullanılan standartlaştırılmış bir giriş testidir.)

Sabırla bekleyen bu çocuklar yetişkin olduklarında, genellikle kurallara uyan insanlar oluyorlar ve obez olmaya daha az eğilim gösteriyorlar. Hatta bu kişilerin daha uzun ilişkileri oluyor ve daha başarılı notlar elde ediyorlar.
The New Yorker bu testin sonucunun eleştirel değil aksine metheden kısa bir özetini çıkardı:
Görünen o ki, asıl mevzu Mischel’in “albenili” dediği etrafımızdaki hedeflerden nasıl ‘uzak’ durulmasını öğrenmektir. ‘Uzak durmak’ objeyi bilincimizden uzaklaştırarak (görmüyormuş gibi yaparak) ya da başka bir kavramla eleştirerek (marshmallowları şeker değil bulut olarak düşünmek gibi) olabilir.
Ancak yaşamımızda bizi bekleyen muhtemel sonuçları tahmin etmenin birkaç şekerle yapılan testten daha fazla yolu var. Bu yapılan şeker testindeki problemler uzunca yıllar, nedense yeterince tartışılmamış:
“Biz marshmallowların beklenme süresiyle, üzerinde çalıştığımız olguların anlamlı ve istatistiki hiçbir ilişkisini bulamadık.” UCLA Anderson’dan Daniel Benjamin.
Orijinal çalışmayı biraz değiştirerek yapılan birkaç girişimden birinde, Watts ve çalışma arkadaşları testin içeriğine aile ve zeka gibi bazı faktörleri ekledi ve bunun sonucunda testin içeriğini kendi arasındaki tüm korelasyonunu kaybetti.
Mischel bizi sabretmenin başarıya götürdüğüne dair düşünmeye iter. Fakat, ya bizi başarıya götüren şey başarılı bir aileden gelmek ise?
Bir Başka Marshmallow Testi

1970’de benzer bir çalışmada alt sınıflardan gelen çocukları incelendi. Bu çocuklar sabırlı olmaya daha az eğilimliydi.(bunların 3/15’i beklediler ki 11/15’inin ailesinin ekonomik durumu iyi durumda değildi) İlk deneme sonrası, çocuklara beklemeleri karşılığında verilecek olan şekerler gösterildi. Bu basit müdahaleden sonra (yani diğer şekerlerin olduğunu gerçekten görmelerinin ardından) çocukların hepsi diğer denemelerde verilen süre boyunca beklediler.
“Ancak yapılan bazı analizler alt sınıftan gelen çocuklarını ‘fevri’ olarak sınıflandırmamızın yanlış olabileceğini gösteriyor.”
Peki ya, eğer fevri olmamak, hayatın kalitesini arttıran ve de aileden genetik olarak geçen bir huy ise nasıl oluyor da bir cümle bütün algıyı değiştirebiliyor?
Daha iyi açıklamak için çocuklara marshmallow testinden önce pastel boya verileceğinin söylendiği bir başka çalışmadan örnek vereyim. Araştırmacılar sözü tutup da kalemleri çocuklara verirlerse çocuklar test süresince ortalama olarak 12 dakika beklediler. Ama eğer çocuklar kalemleri alamadıysa araştırmacılara güvenmediler ve en fazla 3 dakika beklediler. Yani çocuklar, kalemleri vereceklerini söyleyip de vermeyen araştırmacılara karşı güvensizlik duydu ve onların marshmallowları da vermeyeceklerine emin olduklarından marshmallowları beklemeyip var olan şekerleri yediler.
Araştırmacılara güvenmeyen çocuklardan yola çıkarak sabretmenin sosyal bazı durumlar içinde değişiklik gösterdiğini ifade eden Laura Michaelson ile yıllar önce bir röportaj yapmıştım:
“Öz-kontrol ve beklemeyi bilme becerisi üzerine teoriler geliştiren çoğu araştırmacı sosyal faktörleri tam olarak dikkate almadılar. Alanında çalışmalar yapan ilk insan olan Mischel bile, güven ve diğer duyguların insan davranışlarına etkisini vurgulamasına rağmen duyguları deneye dahil etmedi.”
Aslında bu açıdan baktığımızda, mantıksız görünen bazı davranışlar, o davranışı gerçekleştiren kişinin kendine özgü tecrübelerini de dikkate aldığımızda mantıklı gelmeye başlayabilir.
Öz-düzen (ya da öz-kontrol) göz rengimiz gibi değişken olmayan bir olgu değil aksine, o zamanla öğrenilebilir ve çevreyle ve çevremizdeki insanlarla kurulan iletişimle içiçe dinamik bir etkileşim sürecidir:
Her bir insanın kendine özgü düşüncesinin ve algısının olması, tüm bireyleri tek boyutlu gerçekleşen mantıklı veya mantıksız olarak değerlendirilen bir süreç ile karşılaştırmanın doğru olmadığını kanıtlar niteliktedir. Öz-düzen birey ve onun kendi olguları arasında uyumlu bir etkileşimle oluşur.
Kural #1: Herkesin kendi perspektifine göre hareket ettiğini unutma. Onların neler bildiğine, nasıl bir baskının altında kaldıklarına ve onları etkileyen düzenlere baktığımızda, onlar yapabileceklerinin en iyisini yaptıklarını görürüz. Yani, insanlara bu olguları göz önünde bulundurarak yaklaşmalı.
Peki Ya Bütün Bir Jenerasyon Bu Algıdan Etkilenebilir mi?
Zor bir işle uğraşmanın bizim için ne kadar kolaylaşabileceği; şimdi kuralları harfi harfine uygularsam zamanla güzel şeyler olabilir düşüncemize ne kadar inandığınıza bağlıdır. Peki ya bütün bir jenerasyon bu algıdan etkilenirse?
Hem Batı Psikolojisinin temel kuramcıları hem de Batılı Psikologlar herkesin bildiği gibi sadece bireye odaklanarak büyük resmi görmeyi çok da umursamıyorlar. Peki ya tüm jenerasyon, toplumsal olaylar silsilesinden hiç mi etkilenmez?
Mesela çok büyük bir ekonomik sorun yaşadınız ( ikinci marshmallowu beklemediniz yani elindekinden daha iyisine ulaşamadınız) ve bu sorunlar sizi kritik bir döneminizde yakaladı.
Bu bütün hayatınızı etkiler mi etkilemez mi?
“Ekonomik problemlerle büyümek” adında bir araştırma çalışmasında ekonomistler bireysel bir olayın aynı zamanda bütün bir jenerasyonda da görülebileceğini ifade ettiler:
“Gençken ekonomik sorunlar yaşayan bireyler başarının çabadan çok şansa bağlı olduğuna inanıyor, devletin sosyal işleri ve gelirleri bölüştürmesini destekliyor ve sol görüşlü partilere oy vermeye daha meyilli oluyorlar. Bu durum ise ekonomik bir sorunun benzer sorunlar yaşayan bütün bireylerde yine benzer etkilerinin olduğunu ve bu etkilerin uzun yıllar sürdüğünü gösteriyor.”
İnsanların tecrübeleri ve bulundukları durumlar onları değiştirir, evet ve düşünceye ulaşmak için hesaplama veya istatistik bilmek gerekmez. Eğer ki dünyanın gittikçe yaşanılmaz bir yere dönüştüğüne veya bazı insanların diğer insanlardan daha fazla marshmallow aldığına ( ya da insanların marshmallowlarını çaldırdığına) dair elimizde veriler varsa, bu bizim bu oyunu neden oynamak istemediğimizi (yani testte verilen süre boyunca beklemediğimizi) göstermez mi?
Çabalarımızın karşılık bulacağına güvenirsek, çaba gösteririz. Bu beynimizin çalışma sistemidir! Her zaman kendimize “Alacağım şey vereceğim emeğe değer mi?” diye sorarak çabalarımızın yararını ve zararını hesaplarız. Çünkü biz, gelecek olan karşılık hakkında bilgi edinince çaba göstermeye daha meyilli canlılarız.

Dopamin; motivasyon, ödül ve çabadan sorumlu bir sinirsel taşıyıcıdır. Bütün bu kavramlar birbirine sıkıca bağlıdır çünkü bütün canlılar ödüle doğru gidildiğinden emin olduğunda gerçek zaman motivasyon kaynaklarını oluşturur. Yani ödülü alacağımız kesinleşirse uygun zamanı bekleriz ve ödüle ulaşmak için çaba gösteririz.
Peki ya sosyal etkileşimin bozuk olduğu; Marshmallowu beklemeyenlerin (fevri insanların) dünyadaki düzeni bozdukları ve başkalarının marshmallowlarını (hedefleri doğrultusundaki emeklerini) çaldığı bir ortamda bulunuyorsak, neden bu oyunu onların kurallarına göre oynayalım ki?
Yani, aslında, Y kuşağını veya diğer kuşakları suçlamak yerine, neden insanların davranışlarını ve bu davranışların o insanın karakteri kadar, içinde bulunduğu ortamın da ürünü olduğunu anlamaya çalışmıyoruz?
Fevriliğin insanlara genetik yolla aktarılan bir huy olduğuna inanmaktansa neden bunun saçma bir durum içinde bulununca verilebilecek mantıklı bir cevap olabileceğini düşünmüyoruz ki…
Çeviren: İkranur Bulut