İnsanların dinozor kemiklerini keşfetmesi, tarihin derinliklerine kadar uzanıyor. İlk bilinen dinozor kemiği çizimi 1677 yılına ait. İngiliz doğa bilimci Robert Plot, bu kemik hakkında bir yazı yayımlamıştı, ancak ne olduğunu bilmiyordu. Başlangıçta, bu kemiğin Roma İmparatorluğu döneminden kalma bir fil kemiği olabileceğini düşündü. Bir fil üzerinde yaptığı incelemeden sonra, kemiğin dev bir canlıya ait olabileceğini öne sürdü.
Tarih boyunca bu tür iddialar alışılmadık değildi. Araştırmacılar 19. yüzyıla kadar dinozorların ne olduğunu anlamaya başlamamışlardı, ancak insanlar yüzyıllar boyunca “ejderha” ya da diğer büyük yaratıklara ait kemikler bulduklarına inanmışlardı. Smithsonian Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nden paleontolog Hans-Dieter Sues, “İnsanların dinozor kemiklerini bulup hayran kalması, ancak ne olduklarını tam olarak anlayamaması insanlık tarihinin çok eski dönemlerine dayanıyor,” diyor.
Peki insanlar dinozorların ne olduğunu ne zaman anlamaya başladı?
İlk Üç Dinozor
İlk Dinozor keşfi 1824 yılında, İngiliz paleontolog William Buckland, Stonesfield adlı İngiliz köyünden bir çene kemiği fosili üzerine bir makale yayımlaması ile başladı. Buckland, bu canlının büyük bir sürüngen olduğunu belirtti ve ona Yunanca’da “büyük kertenkele” anlamına gelen Megalosaurus adını verdi. Ancak, “bu canlının büyük bir yırtıcı hayvan olduğunu söylemek dışında pek bir şey söyleyemiyordu,” diyor Sues. Çünkü karşılaştırabileceği başka bir fosil yoktu.
Megalosaurus, modern ismi verilen ilk dinozor oldu. Buckland’ın makalesinden bir yıl sonra, İngiliz paleontolog Giddeon Mantell, fosilleşmiş dişleri büyük bir iguananınkine benzeyen başka bir yaratık için Iguanodon adını önerdi. 1833 yılında Mantell, yeni bulunan kemik parçalarını kullanarak Hylaeosaurus adını verdiği başka bir cins daha tanımladı.
Artık bilim insanlarının birbirleriyle karşılaştırabileceği üç yeni tür büyük yaratık vardı. İngiliz paleontolog ve anatomist Richard Owen, 1842 yılında yayımladığı önemli bir makalede bu fosiller arasındaki benzerliklere dikkat çekti. Bu benzerliklere dayanarak, bu üç canlının “Dinosauria” adı verilen yeni bir gruba ait olduğunu belirledi. Dinosauria, Yunanca’da “korkunç derecede büyük” ve “kertenkele” anlamına gelen kelimelerin birleşiminden oluşuyordu.
Megalosaurs, Iguanodon ve Hylaeosaurus’un Dinosauria grubunun üyeleri olarak tanınması “devrim niteliğindeydi,” diyor Sues. “Bu, bir zamanlar yaşamış ve şimdi nesli tükenmiş olan hayvanların bir dönem ekosistemlerinin baskın oyuncuları olduğunu gösteriyordu.”
Halkın Hayranlığı ve Kemik Savaşları
Bu yeni keşifler, Britanya halkının hayal gücünü yakaladı. Dinozorlar ile ilgili ilk büyük popüler kültür referanslarından biri, Charles Dickens’ın 1852-1853 yılları arasında 20 bölümlük dizi olarak yayımlanan Bleak House adlı romanında yer aldı. Romanın ilk bölümü, “Holborn Hill’de fil gibi yürüyen kırk ayak uzunluğunda bir Megalosaurus ile karşılaşmak şaşırtıcı olmazdı” gözlemiyle başlar.
Amerikan halkı, 19. yüzyılın sonlarında “Kemik Savaşları” olarak bilinen dönemde dinozorlara özellikle ilgi duydu. Bu dönemde, iki Amerikalı paleontolog yeni dinozor keşifleriyle birbirleriyle yarıştı. Kemik Savaşları’nın merkezindeki bu iki paleontolog Edward Drinker Cope ve Othniel Charles Marsh’tı. 1870’lerden itibaren, yeni kazılar için servetlerini ve kaynaklarını kullanarak birbirlerinin çalışmalarını sabote ettiler.
Tüm sabotajlara rağmen, Cope ve Marsh 100’den fazla yeni dinozor türü keşfetmeyi başardı. Bunlar arasında Stegosaurus ve Triceratops da vardı. Bu keşiflerle birlikte müzeler, dinozor kemiklerini ve hatta dinozor iskeletlerinin rekonstrüksiyonlarını sergilemeye başladı, bu da halkın dinozor fosillerini yakından görmesini sağladı.
Paleontologlar 1920’lere kadar yeni dinozor keşifleri yapmaya devam etti, ancak Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı sırasında kazılar için fonlar azaldı. Dinozorlara olan ilgi, paleontologların daha heyecan verici keşifler yaptığı ve bu güçlü yaratıklarla ilgili anlayışımızı değiştiren teoriler önerdiği 1970’lerde geri döndü.
Dinozor Rönesansı ve Yok Oluş Teorisi
1860’larda, İngiliz biyolog Thomas Henry Huxley, Charles Darwin’in evrim teorisinin ateşli bir savunucusuydu. Aynı zamanda kuş ve dinozor fosilleri arasındaki benzerlikleri fark eden ve evrimsel bir bağlantı olduğunu öne süren ilk kişilerden biriydi. Bir asırdan fazla bir süre sonra, Amerikalı paleontolog John Ostrom bu teoriyi yeniden canlandırarak kuşların doğrudan dinozorlardan türediğini savundu.
Ostrom ve diğer paleontologların çalışmaları, hem dinozor araştırmalarında hem de halkın ilgisinde bir dinozor rönesansını başlattı. Bu, dinozorların neden yok olduğu hakkında yeni teorileri de içeriyordu—19. yüzyılın birçok bilim insanının pek ilgilenmediği bir soru.
1980 yılında, bilim insanları Luis ve Walter Alvarez, bir asteroidin Dünya ile çarpışmasının, çoğu dinozorun ölümüne yol açan bir yok oluş olayını tetikleyebileceğini öne sürdüler. İlk başta tartışmalı olsa da, Alvarez hipotezi o zamandan beri bilim insanları arasında geniş kabul gördü. Aynı şekilde Ostrom’un kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisi de.
Dinozor rönesansı, dinozorların popüler kültürde daha fazla yer bulmasına da neden oldu. 1988 yılında, Universal Pictures, dinozorlar hakkında uzun soluklu bir çocuk film serisinin ilki olan The Land Before Time’ı yayımladı. 1991 yılında, ABC, bir dinozor ailesini konu alan Dinosaurs adlı bir sitcom yayına başladı. Ertesi yıl, mor renkli bir şarkı söyleyen dinozor, uzun soluklu çocuk programı Barney & Friends’te sahneye çıktı.
Belki de rönesansın en önemli medya ürünü, 1990 yılında Michael Crichton’un aynı adlı romanından uyarlanan 1993 yapımı Jurassic Park filmiydi. Film ve devam filmleri, birçok insanın dinozorları nasıl gördüğünü şekillendirmeye devam ediyor. Bilimsel anlayışımız değişse bile, dinozorlar hakkında daha birçok keşfedilmemiş tür olduğu için bu yaratıklar hakkındaki fikirlerimizin değişmeye devam etmesi muhtemel.